Hani bazı ülkeler, bazı insanlar için başka bir şeyler anlatır, hafızada başka şeyler canlandırır ya; Kırgızistan da bizim için öyle bir yerdi. Hele tutkunuz doyumsuz fotoğraflar çekmek, renkleri birleştirmek olunca, orası bulunmaz bir yerdir.
Kırgızistan’da gözlediğimiz ilk şey ise, Kırgız halkının Manas Destanını asırlarca nesilden nesile aktaran ve “ manasçı” adını verdikleri insanlara duyduğu saygı ile misafirlerine gösterdiği konukseverlik olmuştur. Yaklaşık 1000 yıllık Manas Destan’ın da da Kırgız misafirlerine saygı ve itibar öğütlenirmiş. Bu da yetmez, kültür benzeşmemiz devam eder gidermiş; herhangi bir Kırgız Köyünün Anadolu’nun herhangi bir köyünden ne mimari ne de sosyal olarak hiçbir farkı olmadığını görürsünüz. Pazarlar da öyle, sokaklar da. İnsanlar da. Hemen anlaşır, kaynaşırsınız. Dahası kısa bir süre dilleriniz de tamamıyla benzeşir. Türkiye Türkçesini konuşan insan sayısı 1992 yılında yalnızca 50 kişi iken, bu sayının bugün 500 binlerle ifade edilmesi az değildir.
Bu bilgilerden baştan pek haberdar olmayan, Türkiye’den üç fotoğraf sanatçısı, Kırgızistan’a misafir oluyoruz. Sevincimiz anlatılmaz derece büyük ve gösterişli, üstelik de fazlasıyla sesli.
Kırgız ülkesi. Ya da “kırk iz”in ülkesi buralar. Dağlar ülkesi. Kır’lar ülkesi. Dünyanın en yüksek ovalarının, en yüksek yollarının ülkesi. Yüksek de yaşayan Türklerin ülkesi. Göktürkler’in ülkesi. Bürgütler, atlar ve tayganlar ülkesi. Binlerce yılların izinin tek tek sürüldüğü ülke. Bir elde 300 metre menziliyle hala kullanılan yay-okuyla, şahin ve doğan avcılığıyla sürdürülen geleneklerle Türkler ülkesi, Göktürkler ülkesi.
Yolculuğumuz Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te başlayıp, Tengri (Tanrı) Dağları boyunca Alay-koo Bölgesi sırtlarına kadar uzandı 15 gün boyunca. Ev sahipliğini ve mihmandarlığımızı ise Manas Üniversitesi Türkoloji Hocalarında bizim kafilenin de kendisine “Tengri Dağlarının Bilge Kişisi” diye hitap ettiği Prof. Kadir Ali Konkobaev üstlendi. Bu saygıdeğer insan, kâh evinde, kâh akrabalarının yayla yurtlarında konaklattı bizleri. Kırgız sofrası açtı önümüze, kımız sundu yemek ardında. İllaki Kırgız evleri Bozüy’de ağırladı bizleri. Ekmeğimizi tuzlamayı öğrendik bu sayede. Tuzun ve ekmeğin değerini öğrendik. Kırgız yataklarında üstlerimiz örtüldü. Kırgız sabahlarında çanak ile çaylarımızı yudumladık ara sıra.
Böylelikle tanıdık Boz Üy’ü. Yüzyıllardır bozkırın ve dolayısıyla Türk kültürünün ayrılmaz parçası haline gelen gök kubbeli çadır, Kırgız Türklerinde oba, ev manasına gelen “Boz Üy” adını almıştır. Boz Üy, gök kubbeli ve en tepesinde “tündük” adı verilen güneş figürlü çadır, bozkır hayatının etkin olduğu Kırgızlarda sosyal hayatın ayrılmaz parçasıdır.
Aslında asıl ev sahibimiz Tengri Dağlarıydı. Her yanımız, her yerimiz Tengri Dağlarının muhteşemliğiyle sarılıydı. Görkemi her yerdeydi. Aksini düşünmek de mümkün değildir zaten. Toplamı iki yüz bin metrekarelik ülke yüz ölçümünün, yarısından fazlasının Tengri Dağları ve Pamir Dağları olduğu düşünülürse; muhteşemliği görmemek, yaşamamak mümkün müdür?
Ülkenin denizler ile kıyısının olamayışının özlemi gibidir, dağları aşıp gürüldeyerek akıp giden nehirlerin, ırmakların özlemi. Bozkırları sulayarak, can katarak akıp gitmesi. Çocukları peşinden sürükleyip oyunlara dönüşmesi.
Bozkırın yeşillerine düşkün sürülerin, sonunda gelip can bulmaları gibi. Bu coğrafyanın yaratabileceği şartlar bozkırlarda, milyonlarca koyun, keçi, sığır ve ata can verirken, hayvancılığın yanı sıra hayvan ürünleri ile bu ürünlerden oluşan bir ekonominin geliştiğini görmemek de imkânsızdı
Bozkırın yeşilliği üzerinde dolaşan bu hayvanların ardı sıra yeni izler bırakıp gitmelerine şahit olunuyordu. İzleri sürüp gittiğiniz de ilk uğrak noktanız, nehirlere uzanan patikalar oluyordu. Su içmeye yürüyen bozkır hayvanlarının ayak izleriydi bunlar.
Bozkırda suyun ne denli önemli olabileceğine bir kez daha şahit olduk böylelikle. Kimi zaman aşılmaz suları aşarken at üstünde, kimi zaman da çamaşırlar yıkanırken dere kenarlarında.
Dereler, hep kutsal bir su muamelesi görüyordu insanlardan. Kırgız topraklarında binlerce göl ve gölet oluşturduğunu duyunca bu suların, hayranlığımız bir kat daha artmıştı. Bunların çoğunun 2500–4000 metre yükseklikteki dağ gölleri oluşu ise, gizemi artırıyordu. Bu göller, Ala Dağların ala gölleriydi.
Dağlar, insanı hayrete düşüren en önemli şeylerden biri, belki de ilkidir. Hele ki, Kırgız Dağları eteklerinde olursanız.
Dağ tepelerindeki buzullar güneş ışıklarıyla parlar, biraz aşağı bakıldığında gökyüzü maviliğinde dereler akar. Ağustos Ayında oluşunuz bile, bu manzaraları eksiltmez bu topraklarda. Nasılda yeşildir her taraf. Nasıl da çiçeklidir bu toprak. Niye farklı bu bitki örtüsü dersiniz kendi kendinize, neden farklı bu yaban çiçekleri? Nesi farklı bunu bile bilemezsiniz. Çocukların koşturması bir başka renk cümbüşü oluşturur gözlerinize. O küçük Kırgız çocuklarının allı morlu elbiseleri size yeni bir renk, yeni bir ses verir bozkır çiçeklerine. Kırgız kızlarının süsleri ve güzellikleriyle yarışır doğa adeta burada. Bunca sessiz bir coğrafyada bunca zengin bir renk örtüsü nasıl oluşmuştur bilemezsiniz. Bunca uzak bir coğrafyada dağlardan nehirlerden gelen sesler nasıl bunca derinleşir duyamazsınız.
Derin vadiler, sarp dağlarla yarışır bozkırda. Öylesine yüce dağların, böylesine yüksek vadileri insana hep bir korku vermiştir. Patikalar derelerden başlatır izi, sonra ta doruklara kadar uzatır. Aslında, bozkırın gediklisi küçükbaş hayvanlarının yol açtığı bu patikaların, en çok da bozkırın sahibi bu insanların yolları oluşu, pek de şaşırtıcı değil. Düşünmeden edemiyoruz, patikaların bu kadar ince çizilmiş olmaları üstüne.
Bu patikalardan ilerleyerek çizdiğimiz rotamıza, Kırgız atlarıyla devam etmek, bize ayrı bir özellik teşkil ediyordu. Yapıları itibariyle değişik bir yürüyüşleri olan Kırgız Atları, bu yolculuğumuzla marifetlerini yalnızca “Kök Börü” oyununda göstermediklerini de bizlere belgeler haldeydiler. Küçük gövdeli, uzun ve ince bacaklı, mağrur bakışlı, sert tırnaklı bozkır atlarının serencamıydı bu hal. Aramızda, hayatında ilk kez ata binmenin ve de bunun bir de Kırgız Atı olmasının farklılığını da yaşamış olanlar olduğunu görünce şaşırıyoruz.
Ancak kıyıların kenarından uzanıp giden ve aşağıların derinliği karşısında korkusuzca uzanan bu yollar üzerinde biz misafirlerin yol alışı da bir o kadar cesurca ve kahramancaydı. İlk anlarda aşağılara bakabilmek biraz ürkütücü ve heyecan verici iken, zamanla alışmanın zevki de başka bir heyecan unsurunu teşkil ediyordu. Bu zamanda bile bizim çektiğimiz bu zorlu yolu, kış aylarının karlı günlerinde geçmek değil ama düşünmek bile ürkütücü. Bu halleri düşününce Kırgız insanlarına hayran olmamak elde değil.
Bu yaman şartlar altında ayakta kalmayı başarmış, kültürünü çocuklarına ve nesillerine aktarmayı sürdürmüş Kırgız insanı güler yüzünü de hiç eksiltmiyor, hiçbir an. Hatta gökyüzü görülmez, dağlar seçilmez olduğu vakitler bile sevecenliği azalmıyor. Yeri göğü saran bu sis’in elbet kalkacağını biliyor. Sis’in de bir vakti var diyor.
Kırgız topraklarının bu sisli hali, biz fotoğrafçılar için de yeni kareler çekmemize vesile oluşturuyordu. Tamamı görünmeyen her cisim, hayalimizdeki karenin parçalarını tamamlıyordu. Tamamlanan, Kırgızistan’ın gezemediğimiz, göremediğimiz coğrafyasıydı. Hayran kaldığımız bu ülkenin, dağı, taşı, toprağıydı. Yüzünden eksik olmayan, gülüşlerini saklamayan Kırgız insanlarıydı.
Dediğimiz gibi, Kırgızistan’da her yer, yer ile göğün sanki buluşma noktasıdır. Yer, gök insanları bu güzelliklere davet etmektedir.